İLETİŞİM

RANDEVU:05455068400 Mail:drendokrin@gmail.com

4 Haziran 2017 Pazar

TİMUS BEZİ

Timüs, birincil lenf organlardan biridir. iman tahtası denen göğüs kafesinin ön orta kemiğinin (sternum) arkasında bulunan yassı ve loplu yapıda bir organdır. Embriyon döneminde, boyun kısmındaki üçüncü yutak kıvrımının alt çıkıntısından oluşur. Yeni doğanlarda, timüs bezi vücuda nispetle büyüktür (11-12g). İki-üç yaşına kadar da büyümeye devam eder. 

Bebeklerin -başta çeşitli mikroplar olmak üzere- dış ortamın tesirlerine karşı vücut direnci zayıftır.Bebeklerin mikroplardan korunması timüs beziyle karşılanır. Buluğ çağına kadar büyüyen timüsün (36-38 grama ulaşır) rengi, kırmızımtırak gridir. Sonra asıl fonksiyon gören kısım (parankima) azalmaya başlar ve yerini gittikçe çoğalan yağ dokusu alır. 20-25 yaş arasında parankimayla yağ dokusu arasında ağırlık bakımından nispet aynıdır. Bundan sonra parankimanın azalması daha hızlı seyreder ve sonunda tamâmiyle kaybolur. 

Fakat timus artıkları şekillerini aşağı yukarı her zaman muhâfaza eder. 
Normal fizyolojik gerileme dışında, uzun süren beslenme yetersizliğiyle bâzı mikrobik hastalıklar da timus parankimasının erken kaybolmasına sebep olabilir.Yaş ilerledikçe beyazımsı, sarımtırak-gri bir renk alır. Hücrelerin meydana getirdiği birbiriyle birleşen küçük lopçuklar, organın esas histolojik yapısını teşkil eder. 

Timüs bezi bağ dokusundan yapılmış ince bir kapsülle çevrilmiştir. Kapsül, diğer lenfoid organlarda olduğu gibi bezin içine girerek onu bölmelere ayırır. Timüs bezinin bölmelerinde,retiküler hücreler ve lenfositler bulunur. Kan, lenf damarları ve sinirler bağ doku bölmeleri boyunca uzanır. Timüs bezi doğumdan önce ve doğumdan hemen sonra lenfosit meydana getirerek vücudu enfeksiyonlarından korur.Timus; kortex ve medulladan oluşur;burda bulunan kortikal ve medullar epitel hücreler bir epitelyal ağ oluşturur. Kortekste ayrıca nurse hücreleri ve thymositler bulunur. Medullada ise olgun T lenfositler, dentritik medullar epitelyal hücre, makrofaj ve interdigitation dentritik hücreler yer alır.Burada ayrıca Hassal Korpüskülleri denen ve ne görev yaptığı bilinmeyen keratinize yapılar bulunur. Korteks ve medulla arasında High Endotelyal Venol (HEV) denen bir bölge vardır: lenfosit trafiğinin oluştuğu bölge.Kortekste bulunan thymositler medullaya doğru inerken olgunlaşır.

1980’li yılların başlarında timüsün, endokrin (iç salgı bezi) bir organ olduğu düşünülüyor, salgılarının da antikor yapımında rol aldığı zannediliyordu. 2000’li yılların başlarında ise bu organın, kemik iliğinde yapılan T-lenfositleri mikroplarla savaşabilecek duruma getirmeye vesile bir eğitim organı olduğu anlaşıldı. Fonksiyonu tam anlaşılamamış bu tip organların incelenmesinde uygulanan temel bir metot; deney hayvanlarının ilgili organı çıkarılarak, meydana gelen eksikliğin tespiti esasına dayanır. Timüs, memeli hayvanlarda erken yaşta çıkarılırsa, kemiklerde raşitizm hastalığındakine benzer belirtiler görülmektedir. Timüs bezi çıkarılan hastalarda, kemik kırıklarının iyileşmesi gecikmekte ve bu kişilerin vücut ağırlığı akranlarından daha düşük olmaktadır. Erişkin hayvanların timüs bezi operasyonla alındığında, vücut gelişimi ile alâkalı herhangi bir bozukluğa rastlanmamaktadır. Timüsün tam olarak çıkarıldığı durumlarda, humoral (sıvılarla ilgili) antikor sisteminde de belirli bir eksiklik görülürken, organın küçük bir parçası bırakılanlarda, lenfosit sayısı düşer ve T-lenfosit hücre yetmezliğine bağlı belirtiler görülür. Dolaşımdaki T-lenfosit hücreler doğumda ya çok azdır yahut hiç yoktur. Di-George sendromu vakalarında, anne karnındaki çocuğa timüs nakli başarı ile uygulanmakta ve nakilden sonra T-lenfosit hücre mücadele gücünde düzelme olmakta ve immünite (bağışıklık sistemi) yeniden sağlanmaktadır.

İnsanda hücrelere bağlı bağışıklık ve humoral bağışıklık (sıvılara bağlı) olmak üzere iki tip bağışıklık sistemi vardır. Hücrelere bağlı bağışıklık; sitotoksik (hücre öldürücü) ve fagositik (hücre yiyici) mekanizmalarla antijen taşıyan yabancı hücrelerin yok edilmesidir. Humoral (sıvılara bağlı) bağışıklık ise, kan plâzmasında antikor adı verilen immunoglobulinlerle yapılan, organizmayı antijenlere karşı koruma işlemidir. T-lenfositler hücrelere bağlı bağışıklıkla, B-lenfositler ise sıvılara bağlı (humoral) bağışıklıkla vazifelidirler. Doğumdan itibaren ilk iki ayda karaciğere, daha sonra kemik iliğine ürettirilen B-lenfositlerin, ürettiği antikorlar sıvı içinde bulunur ve bu yüzden humoral bağışıklıkta iş görürler. T lenfositler ise bizzat aktif savaşçı hücreler olarak vücut savunmasında vazife yaparlar. Vücuda giren her türlü yabancı maddeyi yok etmeye çalışan aktif lenfositlerin, zararlı hücreleri yemek veya öldürmek için çeşitli eğitimlerden geçirilmesi gerekir. Kemik iliğinde üretilen genç lenfositler, mikrop öldürücü aktif T-lenfosit doğurma yahut antikor sentezleme kabiliyetine henüz sahip değildirler. Bu kabiliyetleri kazanabilmeleri için T-lenfositler timüste, B-lenfositler ise kemik iliğinde bir müddet eğitildikten sonra vücudu savunmak için lenfoid dokuya göçerler.

Mikroplarla savaşabilmek için timüse eğitime gelen lenfositler, burada bölünerek milyonlarca farklı antijene cevap geliştirebilecek (tanıyıp tesirsiz hâle getirebilecek) şekilde çeşitlenirler. Milyonlarca antijene karşı milyonlarca T-lenfosite, insan vücuduna girebilecek her türlü antijene (yabancı molekül) has, antikor ürettirilir.Timüste eğitimini tamamlayanlar da aktif T-lenfosit unvanını kazanır ve lenfoid dokulara (kasıktaki lenf düğümleri, koltuk altı, bademcikler, boyun vb.) dağılırlar. Timüste eğitim alan lenfositlerin bir başka özelliği de, bulunduğu vücudun kendi antijen ve proteinlerine karşı mücadele yapmamasıdır. Eğitimli T-lenfositler vücudun kendi antijen ve proteinlerine zarar vermezler. Eğer T-lenfositler vücut hücrelerinin antijen ve proteinlerini de tanımayıp, onlara da yabancı gibi muamele etselerdi, sağlıklı bir insan birkaç gün içinde ölümle karşı karşıya kalırdı. Lenfositler, vücudun kendi hücrelerinin antijenlerini tanıyıp onlara saldırmaz hâle gelince, dışarıdan girmiş yabancı hücrelere (bakteri, mantar, virüs) ve içeride üremiş kanserli hücrelere ait antijenlere karşı güçlü bir şekilde mücadele verebilir.Timüs yaşla birlikte gerileyen bir organdır. Ayrıca kortikosteroid hormonlarının uyarılarına açıktır. Fazla heyecan, stres gibi durumlar sık görülürse timüs atrofiye uğrar ve görevini yapamaz hale gelir, immun cevap geriler.

Böbrek, karaciğer ve kalb gibi organların naklinde en büyük problemi T-lenfositler çıkarmaktadır. Alıcı şahsın T-lenfositleri, başka insanlardan alınan organları, yabancı antijen olarak gördükleri için, nakledilen organın dokusunu reddetmek için hemen faaliyete geçer. Timüs bezi çıkarılan bazı hayvanlara doku nakli yapıldığında ise, yabancı dokuya karşı herhangi bir reddetme durumu görülmemiştir. Fakat bu durumda, vücut her türlü mikrobun istilâsına açık hâle gelmektedir. Dolayısıyla insanlarda yapılacak böyle bir uygulama, immün sistemin aktif bağışıklığını iptal etmek demektir . Timusu uyarmanın üç basit yolu var: Timusu uyarmanın birinci yolu gülmek. Yani gerçek, içten, sıcak bir gülüş, bir kahkaha. Her gülündüğünde timus bezi aktive oluyor. Her aktive olduğunda bedenimize kimyasal dalgalar göndererek kendimizi iyi hissetmemizi sağlıyor. 1993 yılında California Üniversitesi’ nde Dr.Paul Ekman tarafından yapılan araştırmada gülmenin timusu ve beynin değişik haz bölgeleriyle bağlantısı olan kasları harekete geçirdiği ve insanda haz duygusu yarattığı kanıtlanmış. Timusu uyarmanın ikinci yolu iki parmakla timusun üzerine gelen noktaya vurulması, yani elle uyarmak. Timusu uyarmanın üçüncü yolu ise dilin üst dişlerin arkasında damağa ve ağzın tavanına değdirilmesi. Dr. John Diamond ve ekibi dilin bu pozisyona getirilmesi ile sol ve sağ beyin küresi arasında denge oluşmasını sağladığını tespit etmiş. Bu da insanin daha iyi düşünmesi ve kendini daha iyi hissetmesine yardımcı oluyor.

Timus bezinin zamanla fonksiyonunu yitirmesi bağışıklık sisteminin bozulmasına ve hastalıklara yol açmaktadır. Öte yandan; Kronik hastalıkların ve kanserlerin yüzde 95’inde bağışıklık sisteminin zayıfladığı saptanır. Günümüzde kanser tedavisinde uygulanan kimi tedaviler (operasyon, ışın tedavisi, kemoterapi) bağışıklık sistemini çökertmektedir. Modern yaşam, stres, sağlıksız beslenme, hareketsizlik ve çevre kirliliği bağışıklık sistemini zayıflatmaktadır. ıÜüİmmun sistemdeki bozukluk; memede ya da karaciğerde tümör ya da diğer bir hastalık henüz ortaya çıkmadan saptanabilir. İmmun sistemi bozukluğu düzeltildiğinde hastalıkların oluşması da önlenir. İsveçli Dr. Sandberg timus tedavisini ilk başlatandır. Gerçekten de timus ekstresi tedavisiyle zayıflamış bir immun sistemini tekrar sağlıklı ve normal işler duruma getirmek mümkün olmaktadır. Timus ekstreleri sadece alerji, kronik bronşit, enfeksiyona yatkınlık, romatizma ve diğer çok sayıda hastalıkla değil; kanser tedavisinde de uygulanmaktadır. Çünkü kanserde uygulanan operasyon, ışın ve kemoterapi tedavileri hastanın immun sisteminde zayıflama yapmaktadır. Bu tedavilerden sonra immun sistemin desteklenmesi kanserin metastaz’ını (başka yere sıçramasını) önlemek bakımından önemlidir. Hatta immun sistemi kusursuz işlemediği için kanser riski yüksek olan herkes timus tedavisini düşünmelidir. Londra Tıp Fakültesi profesörlerinden Roitt’in hayvanlar üzerindeki bir araştırması timus tedavisinin önemini açıkça ortaya koymaktadır. Prof. Roitt yetişkin farelere röntgen ışınları uygulayarak immun sistemlerini tam anlamıyla çökertmiştir. Daha sonra bu farelere genç farelerden kemik iliği hücreleri zerk etmiştir. Böylece immun sistem kendini toparlamış ve lenfositlerin sayısı normal olmuştur. Ancak lenfositlerin davranışı normal değildir. Bu lenfositler kandaki eritrositleri (kırmızı kan kürecikleri) tahrip etmişlerdir. Bunun nedeni yüksek dozda ışınla ileri derecede zarar görmüş olan timus bezinde kemik iliği naklinden sonra oluşan yeni lenfositlerin eğitimlerini yapamamaları ve vücudun kendi öz hücresiyle, yabancı hücreyi ayırt etme yeteneği kazanamamasıdır. Ancak bu farelere timus ekstreleri verilirse imnun sistemleri tekrar normal fonksiyonunu kazanmıştır.

Timus bezi, timoma, lenfoma, hodgkin hastalığı vb. neoplazmların yerleşim yeridir. Timoma ensık rastlanan tiptir, ve yeterli biyopsi alınsa dahi lenfomadan ayrılmasında güçlük çekilebilir. Timomalı hastaların %30′unda myastenia gravis vardır. Miyastenia gravisli hastaların %15′inde de timoma gelişir.Miyastenia gravisin timoma ile ilişkisi ilginçtir ve tam anlaşılamamıştır. Myastenia gravisli hastaların %85′inde timusta anormallik vardır. Bunlardan %70′inde germinal merkez oluşumu ve %15′inde timoma vardır. Timomalar baskın hücre tipine göre len-fositik (%25), epitelial (%45) ve lenfoepitel-yal (%45) diye sınıflandırılabilirler. İğ hücreli tümörler (bazen eritrosit aplazisi ile birlikte olurlar) epitelial tümörlere dahil edilirler. Miyastenia gravis her tipte görülebilir. Fakat en sık lenfositik tipte görülür.

Di George sendromu yaklaşık her 4,000 canlı doğumda bir (1:4000) olmak üzere oldukça nadir görülen bir konjenital hastalıktır. Klinik olarak hastalığın semptomları hastadan hastaya bariz değişkenlikler ğöstermekle beraber bu hastalarda tipik bir yüz ifadesinin yanı sıra sıklıkla konjenital kalp defektleri, hipoparatiroidizim ve tekrarlayan ağır enfeksiyonlar görülür. Di George sendromu mayoz bölünme esnasında gamet hücrelerinde meydana gelen bir rekombinasyon hatası sonucu 22. (yirim ikinci) kromozomdan geniş bir bölgenin silinmesi (delesyonu) yada translokasyonu (başka bir kromozoma taşınması) sonucu de novo oluşan bir genetik anomalidir. Di George sendronunda delesyona uğrayan bölgedeki genlerin embriyonun gelişimi esnasında 3. ve 4. faranjial keseciklerin normal gelişimi için gerekli oldukları bilinmektedir. Dolayısıyla bu embryonik yapılardan türeyen organlar: timus bezi, paratiroid bezleri, aort yayı, dudak ve kulakların alt kısımları Di George sendromunda tutulan primer anatomik yapılardır. Hastalarda timus tutulumu immün yetmezlik, paratiroid tutulumu kalsiyum metabolizma bozuklukları, aort tutulumu konjenital kalp hastalığı ve dudak-kulak tutulumu tipik yüz ifadesi olarak tabloya yansır. 



30 Mayıs 2017 Salı

KİLO FAZLALIĞI CİNSELLİĞİ OLUMSUZ ETKİLİYOR





Obezite görülme sıklığı ülkemizde her iki cinsiyette de hızla artan önemli bir sağlık sorunudur. Obezite kadın sağlığının birçok alanını olumsuz etkilemektedir. Bunlardan birisi de cinsel fonksiyondur. Obez kişilerde olumsuz beden imgesine bağlı özgüven eksikliği ve iletişimde ve ilişkilerde zorluk çekebilirler. Yapılan bir çalışmada kadınlarda vücut kitle indeksi arttıkça uyarılma, vajinal salgılarda azalma ve tatmin azalabiliyor. VKİ ne kadar yüksekse cinsel yaşam kalitesi o kadar azalıyor. Obez erkeklerde artan yağ dokusuna bağlı artan östrojen seviyleri , obeziteye bağlı tansiyon yüksekliği ve uyku apnesi gelişimi cinselliği olumsuz etkilemektedir. Kilolu erkeklerin %85’inde testosteron düşüklüğü karşımıza çıkıyor. Yine kilolu erkeklerde penise giden damarlarda sertleşme ve damar cidarında bozukluklar olabilmektedir. Kilolu erkek ve kadınlarda prolaktin hormon değişimleri de cinselliği olumsuz etkilemektedir. Erkeklerde artan göbek yağları nedeniyle '' gömülü penis sendromu '' denen durum ortaya çıkmaktadır; yağ dokusuna doğru çekilen penis normalden küçük izlenmektedir. Bu durum seks hayatını engellemektedir. Kadınlarda ise bedensel hacmin genişliği, kalınlaşmış bel cinsel ilişkiye girmeyi güçleştirebilir. Aynı zamanda arzu ve zevk almaktan yoksunluk da sık rastlanılan sorunlardandır. Şişmanlık cinsellik için gereken fiziksel performansı azaltmaktadır. Fazla kilo problemi aynı zamanda cinselliği olumsuz etkileyen yüksek tansiyon, şeker hastalığı, kalp damar hastalıkları gibi hastalıkların ortaya çıkmasında da etkilidir. Vücut ağırlığının sadece %10’ununu kaybeden şişman erkeklerin hem sertleşme fonksiyonlarında hem de kolesterol ve kan basıncı değerlerinde iyileşme olduğu gösterilmiştir. 40 yaş altındaki şişman kadınlar 1 yıl düzenli diyet ve egzersiz yaptıklarında cinsel istek ve orgazm kapasitelerinde neredeyse 2 kat artış yaşıyorlar.


24 Mayıs 2017 Çarşamba

HASHİMOTO HASTALIĞI NEDİR ? TAMAMEN TEDAVİ EDİLEBİLİR Mİ ?


     Tiroid bezi, kelebek şeklinde, boynumuzun ön tarafında soluk borusunun üzerinde bulunan bir salgı bezidir. T3 ve T4 dediğimiz, metabolizmanın çalışması için hayati öneme sahip hormonları salgılamaktadır. Bu hormonların miktarları azaldığında hipotiroidi, arttığında ise hipertiroidi meydana geliyor. Tiroit bezinin salgıladığı hormonlar azaldığında metabolizmada yavaşlama, halsizlik, yorgunluk, kilo alma, saç dökülmesi, adet düzensizliği, kabızlık ve depresyon gibi etkiler gözleniyor.



     Hashimoto hastalığı tiroid bezinin az çalışmasının en sık görülen sebebidir. İlk defa japon bir doktor olan Hashimoto tarafından tarif edilmiştir. Çok çeşitli sebepleri olmakla birlikte tiroit bezinin bağışıklık sistemi tarafından oluşturulan antikorlar tarafından saldırıya uğraması ve bu savaşı yavaş yavaş kaybetmesi şeklinde özetlenebilir. Sebep olan faktörler arasında genetik yatkınlık özellikle aile bireyleri arasında yaygın geçiş vardır. Kardeşlerde görülme riski 20 kat fazladır, tek yumurta ikizlerinde bulunma ihtimali %30-60 dır. Kanda HLA-DR3, HLA-DR5 antijenler ve CTLA-4 geni ile ilşkilidir. Viral enfeksiyon, stress, seks steroidleri (cinsiyet hormonları- kadınlarda daha sık), gebelik sayısı, fazla iyot alımı, iyonize radyasyona maruziyet, selenyum eksikliği ve sıgara içimi çıkma riskini artıran faktörlerdir.

     Teşhis basit bir kan testi (TSH,sT3,ST4, Anti tpo, Anti-Tg) ve tiroid ultrasonografisi ile konulabiliyor. Bir bağışıklık sistemi hastalığı olduğu için kişinin, aynı tip bir başka hastalığa yakalanma olasılığı da yükseliyor. Her Hashimoto hastası hipotiroidi olmak zorunda değildir, hastalık yavaş seyrettiği için zamanla kişide tiroit hormonu yetersizliği ve buna bağlı bulgular da gelişebiliyor. Sıklığı toplumda %2 oranında görülüyor, kadınlarda erkeklere göre 15 kat daha sık görülüyor.Otoimmün bir hastalık olduğu için çok sayıda hastalık ile beraberliği görülebilmektedir. Tip 1 diabetes mellitus, addison (böbreküstü bezi yetersizliği), Pernisyöz anemi (B12 eksikliği), vitiligo(alaca hastalığı ), ürtiker (deri kabarması ve kaşıntı), romatoid artrit ve d vitamini eksikliği bunlardan bir kısmıdır.

     Hashimoto hastalığında, tiroit hormon düzeylerinde bir azalma var ise eksikliği giderecek hormon ilacının sabah aç karınla, düzenli bir şekilde alınması gerekiyor. Tedaviye başlandıktan 2-3 ay sonra kan testi ile ilacın dozu ayarlanıyor. İlaç tedavisi genelikle ömür boyu devam edilir. Hamileler de tedavi asla yarım bırakılmamalıdır. Gebelikte ilaç dozunu yüzde %30 ila 50 oranında artırmak gerekebilir. Takiplerde TSH hormon düzeyinin 2-3 arasında olması gerekiyor. Hastalarda iyot eksikliği yoksa iyotlu tuz kullanmaması tiroid hasarının artmaması için önemlidir. Ömür boyu süren bir hastalık olan hashimoto hastalığında düzenli hormon takibi gerekmektedir.

TEDAVİ İÇİN ÖNERİLER
1-Tiroid ilacınızı düzenli kullanın. TSH düzeyinizin 1-3 arası olması genel iyilik hali için önemlidir.
2-Tiroid antikor düzeyleriniz yüksekse ve iyot eksikliğiniz yoksa iyotsuz tuzları tüketin.
3-Unutmayın hashimoto hastalığı bağışıklık sisteminin zafiyeti ile oluşur; Bağısıklık sisteminizi güçlendirin.
4-Selenyumdan zengin gıdaları tüketmek tiroidinizin onarılmasına yardımcı olur.
5-Kurkuminden (zerdeçal veya hint safranı) zengin gıdalar anti-inflamatuvar etkilerinden dolayı tiroid hasarını azaltır.
6-D vitamin düzeyinin yetersizliği veya eksikliği bağışıklığı azaltıp, tiroid antikorlarının tiroide zarar vermesini kolaylaştırır. D vitamini düzeyinizi normal miktarlara yükseltin.
7-Stresin bağışıklığınızı zayıflatmasına izin vermeyin.
8-Zencefil tüketimi anti-inflamatuvar etkilerinden dolayı faydalı olabilir.
9-Protein tüketiminin aşırı olması, bağışıklık sistemini uyarabilir. Yüksek proteinli diyetlere dikkat edin.
10-Glutenden zengin beslenme bağışıklığınızı uyarabilir. Dengeli tüketin.
11-Omega 3 den zengin beslenin.




UYKU APNESİ İLE İLİŞKİLİ 5 ENDOKRİN HASTALIK



Obstrüktif uyku apne sendromu (Obstructive Sleep Apnea Syndrome (OSAS)) tüm sistemleri etkileyebilen bir hastalıktır. OSAS uyku sırasında tekrarlayan üst solunum yolundaki daralmalar veya tıkanmalar nedeniyle soluk almada kesilmelerle kendini gösteren bir hastalıktır. Tekrarlayan soluk kesilmeleri uykunun devamlılığını bozar, derin ve dinlendirici bir uyku uyunmasını engelleyerek gündüzleri aşırı uykululuğa neden olur. Aynı zamanda soluk kesilmeleri sıklıkla kanda oksijen doygunluğunu azaltarak başta kalp damar hastalıkları olmak üzere birçok hastalığın ortaya çıkmasına veya bu hastalıkların kötüleşmesine neden olur. Endokrin sistem hastalıkları içinde OSAS’ın en sık görüldüğü iki klinik tablo; hipotiroidi ve akromegalidir.

1-Hipotiroid: Özelikle dilde büyüme yaparak etkileyebilir. Hipotiroidili olgularda, aşırı kilo alımı, makroglossi(dilde büyüme), solunum kaslarının etkilenmesi obstrüktif apnelere neden olabilir. L-tiroksinle yapılan tedavi ile apneler(soluksuz dönem) tamamen ortadan kan kalkabilir. Ancak düşük dozda tedavi bile şikayetleri azaltabilir.

2-Akromegali (büyüme hormonu fazlalığı): Ağız bölgesinde yumuşak dokuların büyümesine bağlı zorluklar görülebilir. Akromegali olgularının %50’sinden fazlasında uyku apneleri kliniği saptanır. Bu hastalarda gözlenen apneler, artmış büyüme hormon ve somatomedinlerin solunum yollarını daraltmasına katkıda bulunmaları ile açıklanmıştır. Ayrıca, bu hastalarda santral apnelerin beklenenden daha fazla olduğu gösterilmiştir. Akromegalik hastaların çoğunun aynı zamanda obez ve hipertansif olması da olaya katkıda bulunmaktadır. Tedavi ile büyüme hormonu düştükçe apne-hi-popne indeksi (AHİ)’de azalır . Bazı hastalarda şikayetler geri dönüşlü olmayabilir.

3-Obezite:Obeziteye bağlı yağ dokusunun artışı solunumu bozabilir. Yeterli oksijenasyonun olmaması bu hastalarda kilo vermeyi zorlaştırabilir. Obezite ile apne arasında belirgin bir ilişki vardır ve zayıflama ile OSAS kliniğinde düzelme sağlanmaktadır. Burada genel obeziteden ziyade farengeal duvar çevresinde, lateral farengeal yağ yastıklarında aşırı yağ birikimi önemlidir. Santral obezite ÜSY(üst solunum yolu) çevresinde yağ birikimi ile ÜSY açıklığı ve kompliyansını etkileyerek, abdominal yağ birikimi ile de solunum paternini etkileyerek (obezite ilişkili hipoventilasyon)OSAS’a eğilimi arttırmaktadır.

4-Diyabetes Mellitus: Şeker hastalığı ve komplikasyonları etkiler.


5-Testosteron eksikliği: Kaslarda kuvvet kaybı yaparak etkileyebilir. Bunun sonucunda hastalarda libido kaybı ve ereksiyon bozuklukları meydana gelir.





ERKEKLERDE OSTEOPOROZ (KEMİK ERİMESİ)


Kemik erimesi kemiklerin kütlesinin azalmasına bağlı oluşan ve kırık riskinin artmasına bağlı ciddi işgücü kaybına yol açan önemli hastalıklardan biridir. Yıllarca kemik erimesi denince akla menapoz sonrası kadınlarda oluşan kemik erimeleri geldi. Aslında erkek ve kadınlarda 30’lu yaşlardan itibaren kemik kütlesi aynı oranda azalmaya başlar fakat menapozun etkisiyle kadınlarda 50 yaşından sonra belirgin hale gelir. Osteoporozda kemikler zayıf hale gelir ve kırılma olasılığı artar. Genelde bir kemiğiniz kırılana kadar hiçbir belirti göstermezler. Osteoporoz veya osteopeni (orta düzeyde düşük kemik kütlesi) olan kişilerin yaklaşık %20’si erkeklerdir. Yaşı 50 ve üzeri olan erkeklerde yaşam süresi boyunca osteoporoza bağlı kırık olasılığı %13 ilâ %30 arasındadır. Kırıklar sıklıkla kalça, omurga ve el bileğinde gerçekleşir. Erkeklerin kalça kırığı sonrasında ölüm oranı kadınlara göre iki ilâ üç kat daha fazladır. Sigara içmek, aşırı alkol kullanımı, düşük kalsiyum ve D vitamini alımı ,fiziksel aktivite yoksunluğu, zayıf olmak, ailede kemik erimesi olması kemik erimesi riskini artırır.
Osteoporozu saptamanın en yaygın yolu, DEXA taraması gibi bir kemik yoğunluğu testi yaptırmaktır. Bu test, omurganızın alt kısımları ile kalçalarınızdaki kemik mineral yoğunluğunu (BMD) ölçer ve T-puanı adı verilen bir puan verir. –2,5 veya daha düşük T-puanı osteoporoza işaret ederken, –1,0 ilâ –2,5 arasında bir T-puanı ise osteopeniyi gösterir. –1,0’ın üzerindeki değer normaldir.
Erkeklerde osteoporoz sebeblerini kısa özetlersek ;
1-Sebebi bilinmeyen (idyopatik ) kemik erimesi; Aslında kemik erimelerinin çoğunun (%60) sebebi bulunamaz.
2-Sekonder (bir sebebe bağlı) kemik erimeleri: %30 oranında başka bir sebeble kemik erimesi oluşur. Başlıca sebepler:
a-)Hormonal bozukluklar : Testosteron hormon eksikliği, cushing sendromu (kortizol fazlalığı), tiroid bezinin fazla çalışması, prolaktin hormon yüksekliği, Büyüme hormon fazlalığı(akromegali), paratiroid bezlerinin fazla çalışması, idrar yoluyla kalsiyum atılımı bu sebeplerden bazılarıdır.
b-)Osteomalazi ( d vitamini eksikliği) : Günümüzde önemli sebeplerden biridir.
c-)Tümörler: Multiple miyelom ve kemiği tutan ve yayılan tümörler, prostat kanseri
d-)İlaçlar: Tiroid hormonu, kan sulandırıcı heparin içeren ilaçlar, kortizon içeren ilaçlar, 3 aydan uzun süre prednizon ve kortizon gibi steroid ilaçlarının kullanılması.
e-)Doğuştan bozukluklar
f-)Romatoid artrit, hareketsizlik, böbrek ve karaciğer yetersizliği


TEDAVİ:
Aşağıdaki özelliklere sahip yetişkin erkeklerde ilaç tedavisini düşünmek GEREKİR.


Büyük bir travma olmaksızın kalça veya omurga kırığı olan
Omurga veya kalça bölgesi DXA T-puanı –2,5 veya daha düşük olan
Yüksek kırık riski ile birlikte DXA T-puanı –1 ilâ –2,5 arasında olan
Uzun süreli glikokortikoid tedavisi uygulanan
Yüksek kırık riski ile birlikte prostat kanserine yönelik androjen yoksunluk tedavisi  uygulanan hastalar.
Kullanılan ilaç grubundan biri bisfosfonatlar adı verilen ilaç sınıfına aittir. Bu ilaçlar kemik kaybını yavaşlatır ve kemik kütlesini hafifçe arttırır. Teriparatid adı verilen ilaç yeni kemik oluşumunu uyarır. Hormonal hastalığı olanların kemik erimesi ile beraber hormonal hastalığın tedavi edilmesi gerekir.
Osteoporozu önlemek ve iyileştirmek için ne yapabilirsiniz?
Beslenme biçiminizde ve yaşam tarzınızda değişiklikler yaparak osteoporozun önlenmesine yardımcı olabilirsiniz. Osteoporoz riski taşıyan bir erkekseniz, şunları yapmanız gerekir
Gıda maddeleri (kalsiyum oranı arttırılmış yiyecek ve içecekler dahil) aracılığıyla günlük 1.000-1200 mg arası kalsiyum tüketin ve gerekirse, kalsiyum takviyeleri alın.
Kandaki D vitamini seviyeniz düşükse (30 mg/ml’nin altında) günlük D vitamini alın.
Yürüme, koşma ve ağırlık kaldırma gibi ağırlık taşıma içeren faaliyetleri her biri 30 ilâ 40 dakikadan haftada üç veya dört kez yapın.
Alkol kullanıyorsanız azaltın.
Sigarayı bırakın.

Bu yazı ile ilgili yayınlanmış haberler;


TİROİD HASTALIKLARINI GÖSTEREN 16 BELİRTİ


Tiroid hastalıkları toplumun yaklaşık üçte birini etkileyen, çok sayıda sistemde önemli şikayetlere ve belirtilere sebep olabilen önemli hastalıklardır. Teşhisi basit kan testi ve tiroid ultrasonografisi ile konabilmektedir. Hastalığın geç farkedilmesi veya teşhis edilememesi can sıkan belirtilere sebep olabilir.
1-KİLO ALIMI ve KİLO VEREMEME:Hipotiroidi kilo alımına sebep olurken hipertiroidi kilo vermeye sebep olabilir.
2-BOYUNDA ŞİŞLİK VE AĞRI :Guatr, tiroid nodülünün veya kistinin habercisi olabilir.
3-ÇARPINTI, ELLERDE TİTREME:Tiroidin bezinin fazla çalıştığı hipertiroidi durumunda olabilir.
4-AŞIRI TERLEME:Tiroidin Fazla Çalışması aşırı terlemenin önemli sebeplerindendir.
5-CİLTTE KALINLAŞMA:Hipotiroidinin belirtisi olabilir.
6-KANSIZLIK:Hipotiroidide genelde eşlik eden kansızlıkta bulunur
7-KASLARDA SEYİRME VE AĞRILAR:Tiroid rahatsızlıkları, kas ağrıları ve kas güçsüzlüğü yapabilir.
8-SAÇ DÖKÜLMESİ:Tiroid bezinin az veya çok çalışması yapabilir,bazen eşlik eden kaş dökülmeleri de olabilir.
9-TANSİYON YÜKSELMESİ:Tiroid bozukluklarına tansiyon dengesizliği eşlik edebilir.
10-KABIZLIK: Özelikle tiroid bezinin az çalıştığı durumlarda olabilir.
11-ADET DENGESİZLİKLERİ: Tiroid hastalıklarının çoğu adet düensizliği yapabilir, bazen ilk belirti de olabilir.
12-KISIRLIK: Tiroid hormon dengesizlikleri gebe kalmada zorluklara sebep olur.
13-SES KISIKLIĞI: Tiroid hastalıklarında ses tınısında değişiklikler olabildiği gibi bazen ses kısıklıkları da olabilir.
14-KAŞ DÖKÜLMESİ: Tiroid hastalıkları saç dökülmesi ile beraber veya bağımsız olarak kaşların dış kısmında dökülmelere sebep olabilir.
15-ÖDEM: Tiroidin az çalışması vücutta su tutulumunu artırır ve ödem gelişir.
16-DUYGUDURUMDA DEĞİŞİKLİKLER: Tiroid hastalıkları stres, panik atak ve depresyona yol açabilmektedir.

Doç.Dr.Fevzi BALKAN
Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı





Bu yazı ile ilgili gazetelerde çıkan haberlerin linkleri aşağıdadır;





DİYABETİN TARİHİNE YOLCULUK

1-Diyabetes mellitus nedir? Diabetes mellitus, hiperglisemi, dislipidemi, glikozuri ve bunlara eşlik eden bircok klinik ve biyokimyasal bulgu ile seyreden sistemik kronik bir metabolizma hastalığıdır.
2-Diyabetes Mellitus ile ilgili en eski kayıtlar ne zamana dayanır ?Tarihcesi cok eskilere uzanır. Şeker hastalığı ile ilgili en eski kayıtlar Milattan önce 1550’li yıllarda Mısır’da yazılmış bir papirüste (Ebers) bulunmuştur. Bu papirüste, şeker hastalığına benzer, çok idrara çıkma ile seyreden bir durumdan bahsedilmektedir.Hindular da Ayurveda’da böcek, sinek ve karıncaların bazı insanların idrarının yapıldığı yere toplandığını kaydetmişlerdir. Şeker hastalarının idrarının tatlı, bal gibi olduğu ve bu nedenle karıncaların, sineklerin ve diğer böceklerin bu idrara üşüştüğünü Susruta ve diğer Hintli doktorlar M.S. 5-6.yüzyılda fark ederek açıklamışlar, bu hastalığın iki formu olduğunu yazmışlardır. Bir formunda hastalar zayıf ve çok uzun yaşamadan kısa sürede ölmekte, diğer grupta ise hastalar şişman ve daha yaşlı olarak belirtilmiştir. Bu günümüzün modern sınıflamasında belirtilen Tip 1 ve Tip 2 diabetes mellitus sınıflamasına çok  benziyor.
3-Diyabetes ve mellitus kelimlerinin kelimelerinin anlamı nedir? Günümüzde tıp literatüründe kullanılan, Diabetes ve Mellitus kelimeleri Yunanca akıp gitmek anlamına gelen dia + betes ve bal kadar tatlı anlamına gelen mellitus kelimelerinden türetilmiştir.
4-Diabetes kelimesi ilk kez ne zaman kullanılmıştır? Diabetes kelimesi ilk kez Anadolu topraklarında, Kapadokya’da M.S. 2. yüzyılda Arateus tarafından kullanılmıştır.Arateus şeker hastalığını idrar miktarında artma, aşırı susama, ve kilo kaybının olduğu bir hastalık olarak tanımlamıştır.
5-Diyabetik gangreni ilk kim tanımlamıştır? İbni Sina (980-1037) ilk kez ayaklarda görülen “diyabetik gangreni” tanımlayarak şeker hastalığının sinirleri bozabileceğini ilk kez açıklamıştır. Paracellus (1493-1541) diyabetli hastalara açlık kürleri uygulamış, daha sonraki yıllarda da diyabet hastalığı ve tedavisi üzerinde çeşitli araştırmalar yapılmıştır.Şeker hastalarının idrarının tatlı olduğu 17. yüzyılda bir İngiliz doktor olan Thomas Willis tarafından tekrar keşfedilmiştir.
6-Claude Bernard diyabetle ilgili neyi keşfetmiştir ? Claude Bernard 1813-1878 yılları arasında diyabetin noro-hormonal mekanizmasını,hastalarda şeker yapımının arttığını ve merkezi sinir sisteminin bozulduğunu göstermiştir.Claude Bernard  idrarda görülen şekerin karaciğerde glikojen olarak depo edildiğini bulmuştur.
7-Langerhans adacıklarını kim keşfetmiştir ? Berlin’den Paul Langerhans  ( 1847-1888) 1869 yılında verdiği doktora tezinde pankreas bezi içindeki küçük hücre topluluklarını vermiştir. Bu hücre toplulukları günümüzde ” Langerhans Adacıkları ” olarak biliniyor. Edouard Laguesse de 1893 yılında bu hücrelerin pankreas bezinin endokrin hücreleri olduğunu öne sürmüştür.
8-Pankreas bezinin Diyabeteki rolunu kim keşfetmiştir? Oskar Minkowski (1858-1931) ve Josef von Mering (1849-1908) Strasburg’da Pankreas bezinin hayati önemini değerlendirmek için bir köpeğin pankreas bezini çıkartmışlardır. Köpekte ameliyat sonrasında şeker hastalığının tipik belirtileri olan susama, çok su içme, çok idrara çıkma ve kilo kaybı geliştiğini gözlemişlerdir.İlk kez bu araştırma, pankreas bezindeki hastalığın şeker hastalığı gelişmesine yol açtığını göstermiştir.
9-İnsülin ne zaman keşfedilmiştir? Yirminci yüzyılın başında Berlin’li doktor George ZUELZER; Romanya’dan Nicolas Paulesco (1869-1931) ve Amerikalı E.L.Scott ve Israel Kleiner pankreastan kan şekerini düşüren ancak saf olmayan bir çözelti elde etmişlerdir. Ancak saf olmadığı için istenmeyen sonuçlar doğurmuş ve kullanılamamıştır. Yirminci yüzyılın başlangıç dönemine kadar ölümcül bir hastalık olan şeker hastalığı tedavisinde Kanada Toronto üniversitesi’nden Fredirick G. Banting (1891-1941), asistanı Charles H. Best (1899-1978) biokimyacı James B. Collip (1892-1965) ve fizyolog J.J.R.Macleod (1876-1935) ortak çalışmaları sonucu insülin’i 1921 yılında izole etmeleri ile önemli bir mucize gerçekleşmiştir. Banting ve Best daha sonra köpek pankreasından elde ettikleri çözeltiyi pankreası çıkartılarak diyabetik yapılmış köpeğe vermişler ve kan şekerinin düştüğünü görmüşlerdir.Collip elde edilen insülini daha da saflaştırmış, ilk kez 1 Ocak 1922 tarihinde diyabetik bir hasta olan Leonard Thompson üzerinde denenmiş ve başarılı sonuç vererek ölümcül bir hastalık olan şeker hastalığı tedavi edilmiştir. Bunu takibende Eli Lilly firmasının çabaları ile insülin üretimi daha da geliştirilmiş ve 1923 yılından itibaren yaygın olarak Kuzey Amerika ve Avrupa’da kullanılmaya başlanmıştır.
10-Diyabet hastalarında hasta eğitimin önemini ilk kim farketmiştir?Amerikalı doktor Eliott P. Joslin insülini ilk kullanan doktorlardandı. Bostonda insülinin kullanılmaya başlandığı 1922 Ağustos’tan itibaren ilk yıl toplam 293 şeker hastasını tedavi etti. Dr. Joslin günümüzde de tedavinin en önemli parçasını oluşturan hasta eğitimini sistemli olarak uygulamaya başladı.
11-Diyabet tedavisinde Oral antidiyabetik (kan şekerini düşürücü tedavi ) ne zaman keşfedilmiştir? İkinci dünya savaşı yıllarında Fransa Montpellier’de tifo tedavisi ile ilgili araştırmalar yapan Dr. M.J. Janbon sülfonilürle hayvanlar üzerinde yaptığı deneyler sırasında hayvanların kan şekerinin düştüğünü fark etti. Bunu  meslektaşı Dr. Loubtieres ile birlikte diyabetik insanların tedavisinde denediler. Ancak bu ilacın insülin salgısını uyardığını, insülin yerine geçmediğini pankreası çıkarılmış hayvanlarda yaptıkları araştırmalarla ortaya koydular. Bu araştırmalar günümüzde Tip 2 diabetes mellitus tedavisinde kullanılan hapların ilk örnekleriydi.
12-İnsülin yapısını keşfederek Nobel ödülü alan araştırmacılar kimlerdir?Cambridge’ten bilim adamı Frederick Sanger 1955 yılında insülinin iki aminoasit zinciri yapısında olduğunu buldu. Sanger bu çalışması ile 1955 yılında Nobel ödülünü  aldı. Dorothy Hodgkin 1969 yılında insülinin 3 boyutlu yapısını ortaya koyarak bir başka Nobel ödülü kazanan bilim adamı oldu.

Doç.Dr.Fevzi BALKAN
Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı 






TİMUS BEZİ

Timüs, birincil lenf organlardan biridir. iman tahtası denen göğüs kafesinin ön orta kemiğinin (sternum) arkasında bulunan yassı ve lopl...